insan doğada yaşayacağı alanı, doğa insanda karakteri belirler.”

Hayattan zevk almanın yollarından biridir gezmek. Gezmek öyle tozu dumana katıp gitmek, yiyip içmek, sadece eğlenmek değil, gidilen yolda tutunabilecek bir iz bulabilmektir. Doğada her iz, bunlardan başka içinde bir de huzur barındırır.

Doğu Karadeniz’de bu izlerle karşılaşmak çok kolaydır. Yeter ki sırt çantanızı sırtınıza atıp kendinizi dik, sarp yamaçlarda başlayan bir patikaya bırakın.

Karlı koca dağları, dorukları, yaylaları, asırlık ağaçları ile bozulmamış doğal yaşlı ormanları, ilgi çekici ahşap mimari yapı tarzıyla şirin evleri, krater gölleri, vadileri ve kanyonları ile hayata kıyısından tutunabileceğiniz izlerle doludur Artvin. Böyle bir doğada vahşi hayvanların uyandırdığı ürpertiyi yaşamak, bu ürpertiyi kır çiçekleri ve kuş seslerinin ağaç serinliğinde nasıl içselleştirdiğini duyumsamak, duyarlığını bu coğrafyadan alan yöre insanıyla selamlaşmak, bir kaya parçasının üzerinde oturup onlarla konuşmak, kazanç uğruna doğayı bozmadan orda nasıl yaşadıklarını öğrenmek, onları dinlemek için 8 Temmuz 2008 Çarşamba günü saat 09.30’da, yaz tatilinin bir bölümünü geçirmek üzere memleketine gelen şair Ali Mustafa’yla Trabzon’dan yola çıktık.

Karadenizlinin kara hayatı ile iç içe olan deniz yaşantısını bir makasın kumaşı kestiği gibi iki parçaya ayıran yeni sahil yolunda neşe içindeyiz. Sürmene’ye geldiğimizde ilk mola yerimiz Memişağa Konağı oldu. 17. yüzyılda yaptırılan konak 2001 yılında restore edilip ziyarete açılmış. Bize bilgi veren konak görevlisi Enis Civelek devlet memuru değil, ama Kaymakamlık bütçesinden ödenek alıyor. Aynı zamanda konağın bulunduğu sahil köyünde taksi şoförlüğü yapıyor. Düşündürücüdür ki kısmen ahşap olan bu konağı kimi kurumlar bünyelerine katıp depo olarak kullanmak istiyor. Gönül ister ki, Kültür Bakanlığı bu konağı kültürel faaliyetlerin sergilenebileceği bir “kültür evi” konumuna getirsin. Böylece kültürel değerlerini öne çıkarmakla bölge insanı daha iyi tanıtılmış olur. Burada Memişağa Konağı’nı değişik açılardan objektifimize yerleştirdikten sonra, saat 10.20 de yola devam ettik.

 Çayeli’nden Öteye…

Trabzon’dan çıktıktan sonra Yomra, Arsin, Araklı ve Sürmene’yi şiirsel doğa manzarası ve iyot kokuları arasında geçtik. Aynı manzara eşliğinde insana bir oh çektirecek kadar güzel bir ilçe: Of. Trabzon il nırını geçip iyidere, Derepazarı, Rize kent merkezini ve ardından birbirinden güzel kasabaları görmeye devam ediyoruz: Çayeli, Pazar, Ardeşen, Fındıklı. Hepsi adını şarkı ve türkülerde söyletecek kadar güzel duygular yüklemiş insanlara. Nihayet bu gezide sahilde göreceğimiz son iki kasaba: Arhavi ve Hopa. Bunlar kıyıdan 67 km içerde bulunan Artvin il sınırları içinde.

Saat 12.00’de Hopa sahil yolundan Artvin sapağına girdik. Dere boyunca bir süre gidip yol kenarında tahta oluktan akan bir su kaynağında durduk. Su içtik, soluklandık. Borçka’dan önce güzergâhımızda 690 rakımlı Cankurtaran Geçidi var. Kâh köy kâh orman içinden, tepelerin üzerinden gittikçe yükselen yamaçları tırmanıp geçide vardık.

Buraya kadar oldukça dönemeçli, şaşırtıcı manzaralara tanıklık eden yol, geriye baktığımızda kızgın güneş altında salyangoz izi gibi parlıyordu. Geçitte verdiğimiz kısa molada karşımızdaki doğa, saatlerce seyredilmeye değerdi. Önümüzde alçakta yeşil bir orman denizi, ileride Karadeniz… ikisi arasında sınırdaki liman kasabamız Hopa. Bir bilseniz burada ne kadar güzel bir manzara vardı. Arabada radyo açık... TRT 4’te türkü saati; Ozan Feymani söylüyor:

 “Ölüm yakamdan düş de git  

Gençlik çağım geçende gel.”

 Saat 13.10’da geçidin arka yüzünde, denizin son maviliğinden ayrılmanın yarattığı burukluğu üzerimizden attığımızda acıktığımızı hissettik. Çiftepınar köyünde yemek molası verdik. Bir zamanlar buradaki barajların yapımına başlanmadan öncekaranlık derin kanyonlarda suyuna güneş damlamadan yılkı atı gibi koşuşturan Çoruh Nehri’ne nazlanarak giden bir dereciğin kenarında oturduk. Rüzgâra dallarını eğen gürgen ağacının gölgesinde çimlere serdiğimiz kumanyamızı demlediğimiz çay eşliğinde yedik. 203’üncü sayısı o sıralar yayımlanma eşiğinde olan Kıyı dergisi üzerine sohbet ettik. Keyifli bir kahvaltı oldu.

insan mutlu anlarında, kötü günlerinde, duygularını paylaşacak dost arar. Ali Mustafa, şair Ahmet Özer’le kahvaltı keyfini paylaşmak istedi. Onu aradı. Konuştular. Ali Mustafa Kıyı dergisinin yeni sayısı üzerine yaptığı uzun görüşmeden sonra cep telefonunu bana verdi. Ahmet Özer, Fakir Baykurt’un şavşat’taki görevi sırasında yazdığı “Efkâr Tepesi” isimli romanından söz etti. şair Ömer Bedrettin Uşaklı’nın da Artvin’de vali yardımcılığı yaptığı dönemde yazdığı “Çoruh Akşamları” şiirini hatırlattı, şiirden dizeler okudu:

 “Her akşam kaybolur Çoruh uçurumlarda Kızıl bir damla güneş suyuna damlamadan Sular bütün kan rengi akarken her pınarda Dağların boğuştuğu bu karanlık diyarda Çoruh uyur suyuna bir ışık su damlamadan”

 Cankurtaran Geçidi’nin güney eteklerinde verdiğimiz yemek molasından sonra 125 m. rakımlı Borçka’ya inerken keyfimiz doruk noktasındaydı. Ali Mustafa’ya verdiğim birlikte geziye çıkma sözünü yerine getirmenin gönül rahatlığını yaşadım. O ise bir dostla konuşmanın hazzını aldı. Yanı başımızda serin sularıyla Borçka Deresi akıyordu. Bu mutluluktan doğan şükran borcumuzu köy çocuklarıyla derede yüzüp fotoğraf çektirerek ödedik. Nihayet Çoruh göründü. Ama o artık dizginlenmiş, önüne yapılan barajlara esir edilmişti. Bir tarafımızda Muratlı Baraj Gölü, önümüzde Borçka ve onun yanı başında korkunç bir dev gibi duran Borçka Barajı... Burası bir yol ayrımıydı. Dağların arkasına gizlenen Artvin, şavşat, Murgul önümüzdeki tabelada bize sanki göz kırpıyor. Hangi yöne gideceğimize karar veremedik. Çünkü iki günde buraları gezmek çok zor, her yanı görmek bir o kadar da vazgeçilmezdi. Uzun bir kararsızlıktan sonra Muratlı yönüne dönüp bakir Camili (Macehel)’ye gitmeye karar verdik.

 Her Gezinin Bir Öyküsü Vardır

Tatilde, temmuz ayında gerçekleştirdiğimiz bu geziyi Ali Mustafa’yla daha önce kararlaştırmıştık. istanbul’dayken telefonda bana “Trabzon’a gelirim, ama bir koşulla; dağlara gidersek...”demişti. Ben de: “Hele bir gel, bakarız.” demiştim ona. Oysa geçen sürede boş durmadım; bir yandan nereye gideceğimizi araştırdım, araştırırken bir yandan, gidip görmediğim yerlerin listesini hazırlamaya koyuldum. Sonunda gideceğimiz yöre olarak Artvin’de karar kılmış, yine de konaklayacağımız yer adına seçim yapamamıştım. Karadeniz Bölgesi’nin yüzlerce görülesi alanı içinde bu telaş ve heyecan olasıdır. Öyle ya, görmediğim yerler varken gittiğim bir yere tekrar gitmek, benim gibi bir gezginin içinde, bilinmeyenin oluşturacağı merak duygusunu gidermeyecek, onu alevlendirecekti. Diğerleri gibi kokusunu burnumda, sularını damarımda hissedebileceğim, doğasını rüyamda görebileceğim bir cennet mekân arıyordum. Bunun için hiç gitmediğim bir bölgeyi (CamiliMacehel) seçtim. Borçka’ya gittiğimizde Ali Mustafa’ya önerimi söylediğim zaman, “Dağlar aşalım da gideceğimiz yer neresi olursa olsun.” demişti.

 Doğuştan Lise Mezunudur Her Macehelli

Macehel, Türkiye’nin ilk ve tek “biyosfer rezerv alanı.” Bitki örtüsü ve el değmemiş bir ekosisteme sahip orman zenginliği ile ağırlıklı olarak bilim çevrelerinin bildiği bu tabiat cennetini bir de bizim gibi gezginler bilir diye düşündük. Burada yeşil, sanki peşimizden koşturuyor, bizi geçiyor, gökyüzüne uzanıyordu. Saat 17.00’ye doğru hava soğudu. Bölgeye sıkça düşen yağmurdan olsa gerek, yeşil burada daha canlı. Bir ara seyir molası verdik. Camili parça parça aşağılarda, çok aşağılarda, biraz yukarıda, sağda solda, dağınık halde çinko damlı ahşap evleriyle görülebiliyordu. Oraya bir an önce varma isteği uyandı içimizde. Her yerde abartılı bir güzellik var. Fakat oldukça geniş ve asfalt bir yol… Bir de aşağılarda yol boyunca şantiyelere rastladık. Anlıyoruz ki, bir zaman sonra buralar da yola kurban edilecek.

Zaman sonra Camili’ye vardık. Memleketin cennet köşesi olan buraları tarif etmek zor… Yazmaya çalışmak ise bir o kadar da üslup içinde anlatmamı gerektiriyor.

Burayı gezmeye gelen Sibirya ormanlarına sahip Rusya’nın Tatiana Sokolosky isimli vatandaşı, “Camili’nin Sesi” adlı gazetede buraları abartısız biçimde bakın nasıl anlatıyor:

Muhteşem bir manzara… Bunlar ve sıcakkanlı, misafirperver insanlarla zengin kültürünüz yoğrulunca ortaya rüya dediğiniz ama rüya olmayan bir şey çıkar. Çok heyecanlandım ve sevindim. Dünyada böyle yerler yok denecek kadar azaldı. Geçmişte böyle yerler yok muydu? Elbette vardı. Ama senin gibi, benim gibi insan olan kişiler acımadan yok etti. Macehelliler örnek bir davranışta bulunarak nesilden nesile aynen taşımayı başardılar. (Macehel’in Sesi, Sayı:1, 2008)

Sokolosky, doğada yok olan örnekleri gibi ileride Macehel’in karşılaşacağı tehlikeyi de gözler önüne seriyor. Ama bu tehlikeyi Macehelliler daha erken fark etmişler ki, yaşadığı yerden ayrılmayan, ormana zarar vermeden, doğayı bozmadan yoksulluk zincirini kırmayı hedefleyen komiteler kurmaya başladılar. Komiteler derneklerin alt birimi. Onlarcasını sayabilirim. Her köyün çevre koruma ve güzelleştirme derneği var. Bu köyde “Camili Çevre Koruma ve Geliştirme Derneği” kurulmuş. Arıcılık komitesi, tarım komitesi, hayvancılık komitesi havzada olup biten, yapılması gerekenler üzerinde çalışmalar yapıyor. Örneğin; arıcılık komitesi balı pazarlıyor, sahte üretime karşı önlemler alıyor. Macehel balı çok kaliteliymiş. Yöre insanına göre Macehel balından yiyen o yıl hastalanmıyormuş.

Burada “Her Macehelli doğuştan lise mezunudur.” diye yaygın bir deyiş de var. Çıkardıkları “Camili’nin Sesi” gazetesiyle bu deyişi pekiştirdiler.

 Sınır Ötesi

“Biyosfer Rezerv Alanı” ilan edilen Camili (Macehel) on sekiz köyden oluşuyor. On ikisi Gürcü, altısı Türk toprakları içinde yer alıyor. Karagöl’le aynı güzergâhta bulunan ve aralarında 25 km mesafe olan altı köyün merkezi konumundaki Camili’ye Karagöl’e uğramadan çok bozuk yollardan geçerek ulaştık. Karçal Dağları’nı aşıp buraya inerken ceviz ağaçları, fındık bahçeleri, kızılağaçlar ve daha ismini bilmediğim birçok ağacın arasından dar, bozuk, bize safari heyecanı yaşatan yollardan geçtik. Burada gözümüze ilk ilişen birkaç ev, karakol ve bir bakkal oldu. Arabadan inip bunların arasında gezintiye çıktık. ince, orta boylu, saçlarının kırlığı sakallarında yoğunlaşmış orta yaşlı bir adam bize yaklaşarak elini uzattı. Tokalaştık. Konuştuk. Adı, ilker Sav’dı adamın. Köyün muhtarı olduğunu söyledi bize. Muhtar, 1850 yılında tamamen el işçiliğiyle tahta oymalarla yapılmış caminin yanı sıra başka köylerde görülmeye değer camilerden, şelalelerden, köprülerden söz etti. Hiç bozulmamış görkemli ve mağrur dağlara yaslanmış evlerin bir kısmının “pansiyon evler” olduğunu; bu evlerde ev hanımları tarafından eşsiz tatlara sahip yöre yemekleri yapıldığını anlattı. Sonra ağır hareketlerle elini kaldırarak buğulanmış gözlerini karşıya, uzakta bir köye çevirdi. Bir iç çektikten sonra şöyle dedi:

Orada akrabalarımız var, ama gidip göremiyoruz. Ormanın içinde ilk kez gördüğümüz yeşilin tonları arasında kümelenmiş evlere baktık.

Orası Gürcü köyü: Çukunet. dedi.

Biz de Gürcü’yüz. Sadece kışın ulaşım kolaylığı sağladığından hastamız olduğunda, acil durumlarda karşıya geçip Batum’a inebiliyoruz. Akrabalarımızı ancak bu şekilde görebiliyoruz. iki ülke arasında varılan anlaşma böyle, diye ilave etti.

Ne tuhaf! Yaşamın, bir sınır köyünde insanı ne kadar derinden etkilediğini burada gördüm.

Tamamen ahşaptan yapılan ve 1850 yılından günümüze kadar özgünlüğünü koruyan camiyi gezip, civarda kısa bir gezinti yaptık. Yeterli zamanımız olmadığı için diğer köylere gitmekten vazgeçip konaklamak üzere Karagöl’e döndük. Karagöl’le Camili arasında Karçal Dağları’nın uzantısı var. ilginçtir, geçit yolunda, Trabzon’a göre daha yüksek olan bu tepelerde rastladığımız fındık bahçelerinde dolaştık.

Kurbağa Serenatları

Dönüşte, yine bir buçuk saat safari keyfi yaşayarak bu kez saat 19.30’da Karagöl’e vardık. Her gün başka bir yere gitmek ne güzel. Bulunduğumuz yer Aralık köyü sınırları içerisinde. Etrafı ormanlarla çevrilmiş, kamp kurmaya elverişli, içinde kırmızı benekli alabalıkların cirit attığı kapkara görünümlü bir göl burası. Kenarında mütevazı bir işletme var. “BorçkaKaragöl Doğa Koruma ve Tanıtma Derneği” adına Necip Kara burada ailesiyle doğaseverlere hizmet veriyor. Ona acıktığımızı, yemek yiyip burada konaklayacağımızı söyledik.

Yemeğimizi göl kenarında, akçaağaçların altında bize hazırlanan masada, kurbağaların serenadı eşliğinde yedik.

Gittiğim yerlerde yöresel tatlar denemeyi severim. Burada yöreye özgü otlardan yapılan mosrevilli çorbası mönünün vazgeçilmeziydi. Necip Bey’e çorbanın nelerden yapıldığını sorduğumda, “Yeşilbiber, domates, ısırgan otu, ligarba yaprağı ve burguva.” dedi. “Daha başka ne var?” dedim. Bana, kaçamak bir bakış fırlatarak tereyağı konulduğunu söyledi. Ve ilave etti: “Hanım şimdiye kadar bana da söylemedi ve yapılış sırrını da vermedi.” Mutfakta eşine sorduğumda o da, daha birçok bitkinin adını mırıldanmakla yetindi. Anladım ki, tarifi gizli tutuyorlar. Sofrada bulunan çoban salata ve alabalığın tadı damaklarımızda mosrevilli çorbasının gölgesinde kaldı.

Burada kulaklarımıza giren, orada derin akisler bırakarak sonra çıkan, etrafa yayılan, uğultu içinde sanki gece ayışığına karışan, yıldızlarda kümelenen, ötede, sonsuzlukta kaybolan bir senfoniyle karşılanmıştık. Meğer kurbağaların sergilediği bu tavır buranın rutin haliymiş.

Kurbağaların serenadı eşliğinde yediğimiz yemekten sonra hava serinledi. Salona geçtik. içeride gürül gürül yanan bir soba… Yandaki masada Necip Kara ve ailesi soslu makarna yiyorlar. Bize de ikram ettiler. Tokuz dedik, yiyemedik. Makarnayı da severdim hani… Salonda odalara açılan kapının yanında, köşeye yerleştirilmiş buzdolabının kenarında, minderlerin üzerine yöresel işlemeli örtülerin serildiği peykede bir çocuk oyuncaklarıyla oynuyor. Yan duvarda Atatürk posteri ve onun etrafında duvarı boydan boya kaplayan Karagöl manzaralı resimler, fotoğraflar… Tüm cephesi tül perdeyle örtülü çerçeve olan karşı tarafta, Karagöl’ü çepeçevre gören bir manzara hâkim. Diğer iki duvar sarıya boyanmış. Orta kısma serpiştirilmiş ve her birinin üzerinde peçete, tuzluk, biberlik, kürdanlar ve ortasında cam küllük olan masalar var. Bu masaların birinde çaylarımızı yudumlarken Necip Kara’yla söyleşi yaptık. Söyleşinin bir yerinde “Kış mevsiminde buraya on, on iki metre kar yağdığı olur.” dediğinde inanamadık. O mevsimde çekilmiş fotoğrafları gösterdiğinde bile şaşkınlığımızı üzerimizden atamadık.

Necip Kara dağarcığı dolu bir insan. Öyle sezinledim ki, Artvin’de halkevlerinin yöre halkına katkısı çok. Burada yaşayan diğerleri gibi onun bilgi birikimi de halkevlerinden kazanılmış izlenimini verdi bana. Çoğunlukla Necip Kara’nın konuştuğu bu söyleşiden sonra içime iyilik, minnet ve huzur doldu. Hayatın bu eşsiz saatleri hiç bitmesin isterdim.

Göl kenarında akşam yemeği yiyip salonda sohbet ettikten sonra ertesi gün Artvin’e gitmek üzere erken yatıp sabahın beş buçuğuna dek süren deliksiz bir uykuya daldık. Böylece Karagöl’de bir günümüz huzur içinde geçip gitti.

Kararlaştırdığımız gibi perşembe günü 5.30’da kalktık. Dışarıda gün ışıkları yabani doğaya hafifçe dokunuyor, gölde kurbağaların serenadı devam ediyordu. Sarsılarak dışarı çıktık. Hava serindi. Orman gülleri ve ifteri otlarının taze kokuları arasında göl kenarından karşıya, yarımay şeklinde uzanan patikada yürüdük.

Güneş, dağların arkasında uyanmıştı. Karşı tepeler parlamaya, eteklerinde gölgeler oluşmaya başlamıştı. O yükseldikçe zümrüt yeşili çimenlerde oynaşan gölgelerin ormanlık yamaçlardan çanak şeklindeki Karagöl’e doğru inişini izledik. Manzarada, yalnız bir kadının siyah tülden geceliği omzundan karyolaya, oradan yere sıyrılıyordu sanki.

Gölge yamaçların eteklerinden indikçe geride ağaçların yaprakları tüm haşmetiyle parlıyor, güneş tepemize yükseldikçe her yanımız gevşiyor, gölde kremsi bir renk oluşuyordu. Bu manzara kaçırılmazdı. Güneş çam ormanlarında söndüremediği şehvetini adeta gölün serin sularında yok etmeye çalışıyordu. Bu manzaranın seyrini hak eden birer ortağı gibi hissetmiştik kendimizi.

1750 metre yükseklikte heyelan sonucu oluşan Karagöl, onu besleyen derenin göle taşıdığı alüvyonlarla zamanla dolma tehlikesi yaşıyor. Dağlardan süzülerek akan derenin taşıdığı alüvyonların üzerinde kızılağaçlar boy vermiş. Oluşan yarımada göle doğru gittikçe genişlemekte. Bu yörede su yılanı, bozayı, vaşak, su samuru, tilki, çakal, kurt ve gelincikle karşılaşmanız olası. Burada yetişen kimi bitkilerin uyuşturucu özelliğinden dolayı arıcılar buraya kovan bırakmıyor. 2002 yılında milli park ilan edilen Karagöl’de ormanların tıraşlanıp yenilenme çalışmalarına yöre dernekleri karşı çıkıyor.

Sabah yürüyüşü bitince 07.25’te kahvaltı yaptık. Salondaki soframızda dilimlenmiş domates, salatalık, siyah zeytin, dut pekmezi, tereyağı, kaymak, sahanda yumurta, telli peynir, beyaz peynir, bal ve yayla peyniri vardı. Bu kez favorimiz, burada yetişen mostvi (ligarpa) adlı bitkinin mayhoş, ince taneli meyvelerinden yapılan reçel oldu. 9.00 sularında Necip Kara ve ailesiyle vedalaşıp Karagöl’den ayrıldık.

Dönüşte iki yanı böğürtlenlerle bezeli yolda, toprağı yarıp gün yüzüne çıkan börtü böceğin, kertenkelenin yola süzülüşü sırasında üzerinden geçerek ezdiğimiz oldu.

Karagöl Vadisi’ni inerken yolda karşılaştığımız Yusuf Engin isimli köylüyü bir çocukla birlikte arabamıza aldık. Aşağıdaki Aralık köyündenmiş Engin ailesi. Hayvancılık yaptığını, onun deyişiyle üç yüz ince baş, altı iri baş hayvanı olduğunu öğrendik. Sekiz çocuğundan ikisinin üniversiteden mezun olduğunu, diğerlerinin de ortaöğrenimlerini sürdürdüklerini söyledi.

Yöre halkı doğayı korumaya çalışıyor ama söylemleriyle bize hidroelektrik santrallerinin yapımına da taraf olduklarını hissettirdiler. Bunu, Yusuf Engin, faaliyete geçen bir santralin üretim kapasitesinden övgüyle bahsedince anladım. Atanoğlu köyünü geçip aşağıdaki Aralık köyüne gelince Yusuf Engin’le yoldaşlığımız bitti. Nihayet gezi başlangıcında konaklayacağımız yeri kararlaştırdığımız yol ayrımına geldik.

 Çoruh Artık Akmıyor

Borçka girişinde karşıdaki tabela Artvin sapağını gösteriyor. Son yıllarda baraj çalışmalarıyla şantiye alanına dönen Borçka’nın her yanı iş makineleri, kaya yığınları ve kamyonlarla dolu. Önümüzde Borçka’nın yanı başına bağdaş kurmuş devasa Borçka Barajı. Barajı geçtik. Bir tarafımız dik kayalık, bir tarafımızda baraj gölü. Çoruh artık akmıyor. Zamanla buranın iklim değişikliğine uğrayacağı muhakkak. BorçkaArtvin yolu köstebek izi gibi… Yol yamaçları delen tünellere giriyor çıkıyor, giriyor çıkıyor, baraj gölünde köprülerden geçiyor, döne dolaşa tırmanarak Artvin’e ulaşıyor. Virajlar, araç kullananlara tehlike yaratıyor.

Artvin’e uzaktan baktığımızda hayal kırıklığı yaşadık. Karşıda ne bir köy, ne kasaba, ne de kent manzarası vardı. Daha önce, gece uğramadan geçtiğimde Artvin karşıda, gökte Samanyolu gibi duruyordu; şimdi uğur böceği gibi. Fakat aşağıdan, kangel yollardan yukarıya, kent merkezine çıktığımızda da yine bir kent kokusu alamadık, ama insanlarda sıcak bir dostluk yakaladık. Bir adres soracak olsanız yabancı olduğunuzu anlıyorlar, size hemen ikramda bulunuyorlar. Herkese bir gülümseme hâkim. Kültür Bakanlığı Artvin il Turizm Müdürlüğü’ne uğradığımızda bunun en güzel örneğini gördük. Oradakiler bizi kırk yıllık dost gibi karşıladılar. Artvin hakkında bizde herhangi bir olumsuz etki bırakmadılar. Dağın eteğinde kurulduğundan mıdır bilinmez, Artvin’de büyük kentlerdeki gibi göz alan, insanı daraltan yüksek binalar yok. Teknolojik yeni ürünlerle mevcut binaları yenileştirme gayreti içinde olduklarını gördük. Kentin her köşesinde yöresel motifleri sergileyen heykellere, minyatürlere rastladık. Türkiye’de, eğitim seviyesinde birinci sırada olması Artvin’de kültür ve sanatın da ilerlemesini sağlamış. Birçok yazar, çizer ve dernek Artvin yöresinin tanıtılmasına katkı sağlıyor. Bahar mevsimiyle başlayan festivaller yaz sonuna kadar devam ediyor. Her kasabada, köyde, yaylada büyük küçük etkinlik yapılıyor. Bunların içinde en bilineni temmuz ayının birinci haftası yapılan boğa güreşleriyle ünlü “Kafkasör Kültür ve Sanat Festivali”. Ayrıca birçok festivalde karakucak güreşleri yapılıyor. Kış turizmi için kollarını sıvamışlar şimdiden.

Kentleri görsel değerlerle algılamanın yanlışlığına en iyi örnektir Artvin. Alternatif turizmde alternatifsiz il olan Artvin’den, bu yıl sekizincisi düzenlenen “Hopa Kültür Sanat ve Deniz Festivali”ne katılmak üzere ayrıldık. Saat 12.00 sularında Hopa’ya vardık. Burada açılış konuşmasını Belediye Başkanı Yılmaz Topaloğlu’nun yaptığı festivalin havasını soluduk. Sergiyi gezip KTÜ Kitap ve Sosyal Araştırma Kulübü’nün çıkardığı “Mantar”, Hopa’nın çıkardığı “Biryaşam” ve belediyenin çıkardığı “Hopa” isimli dergileri alarak çıkınıma yerleştirdim. Tüm festivallerin topluma huzur ve dayanışma getirmesini dileyerek öğle yemeğinde, “Hüsrev”de kuru fasulye yemek üzere yola çıktık.

Bülbülü altın kafese koymuşlar ah vatanım demiş. Çayeli’nde kuru fasulye yedikten sonra evde aldığım dergileri karıştırmak, yarım bıraktığım kitapları okumak, Kıyı dergisinin çıkan yeni sayısının buğusunu solumak üzere Trabzon’a doğru yola koyulduk.

 Bu gezi yazısı bölgemizin gezgin yazarı Pisikolog Hasan Kantarcı’nın Yolların İzinde kitabından yazarın izniyle alınıp yayınlanmıştır.