Dost dediğin içimize yerleşen duygular yaşatır. Onu her yâd edişimizde hazırlayacağımız hediye paketiyle kuşanıp ziyaretine gitmek isteriz. Yüzümüze açılacak kapının eşiğinde bir gülümseme, gülümseyişi sunan yüzde bir zarafet yakalarız. Ardından ellerimiz kenetlenir, birbirimize sarılırız. Yumuşak bir sedirin rahatlığında samimi bir sohbete dalarız. Bu samimiyet evin sıcaklığını fark ettirir bu kez. Huzur buluruz. Marifetli ellerde özenle hazırlanıp sunulan küçük bir ikramın tadını damağımıza, yaptığımız sohbetin keyfini bir kahve fincanına sığdıramayız. Dostluğu pekiştiren bu misafirperverlik, bu sıcaklık sonrasında özleme özlem katar. Onca zaman geçer de dinmez. içimize iyice yerleşir; hep hissederiz. Yaşananları unutmamak mesut eder bizi. Karadeniz’de böyle mesut insanlar yaşar. Bazen doğaya hasret kalır, karşılaşacağımız zorlukları umursamadan yollara düşeriz. Yolda biri bize seslenir. Bir söz duyarız. Duyduğumuz söz kafamızı yoran sorulara dönüşür sonra. Aklımıza takılan onca soru çengelleri arasında içsel bir yolculuğa çıkarız. Yol boyunca çözmeye çalıştığımız bu soru çengellerinin yerine birden nokta koyarız. Her noktada omuzlarımız kenetlenir, güçleniriz. Kafamızı yoran o soru çengelleri birer mesajdır aslında.

 Dağlara Giden Yol Gibidir Soru işaretleri

Elif’in minicik elleriyle hazırladığı sıcak börekleri yedikten sonra evden ayrıldığımızda, “Birlik olun, birlik olun.” dedi, bizi uğurlayan yaşlı adam. iki büklümdü, kamburu çıkmıştı, elleri titriyordu. Yüzünde zamanın acımasız çizgileri vardı. Gözlerinde yaşamın ezgileri... Başında saçı yok denecek kadar az, olanı da beyazdı. Fakat dostça yaklaşımı yüreğindeki sevginin hiç eksilmeyeceğini hissettirecek kadar sıcaktı. Bu özellikleri onun bilge kişiliğini ortaya çıkarıyordu. Yolda rastlamıştık ona; ayaküstü hoşbeş edip sonra vedalaştık. Bütün gücüyle elindeki bastona dayanarak arkamızdan, bağırışlar içinde; şehirler, kentler, kasabalar onca fikirleri barındırır içinde. Vatana, millete faydalı olanı seçin, diyerek aslında mesaj gönderiyordu bize.

Bu çağrıyı davetten memnun ayrılan arkadaşların neşeli çığlıkları arasında zor duyabildim. Karlı patikada birbirini örten izler bırakarak kayalıklarla çevrili geniş bir sırtı aşıp köyden uzaklaştığımızda hâlâ çağrıyı düşünüyordum. Düşünürken dağların karla kaplı sivri uçlu tepelerine bazen de engebeli yüzeylerine dalan gözlerim yanı başımızda sıralı çam ağaçlarının dallarına, buğday tanesine hasret kalan kuşların umutlu çırpınışlarına kayıyordu. Kuşların çaresizliği geride uçsuz bucaksız bir ıssızlığı bırakıyordu. Sırtındaki rengârenk elbiseyi çoktan çıkaran dağların, giyindiği bir kefendi sanki. Beyaz bembeyaz. Kulaklarımızda patlayan rüzgâr, yamaçlara her an düşecek bir çiy tabakası oluşturuyordu. Titreten soğuk, bu tabakayı cam kırığı haline getiriyordu. Yüzümüzü bir çarşaf, ama buruşuk bir çarşaf gibi sertleştiren, sıcak nefesle sadece burnumuzu nemlendiren soğuk. Bahar sanki buraca hiç bilinmiyor.

Rüzgâr dindikçe bu çaresizlik, sessizlik altında kalmaya mahkum oluyordu. Bu sessizliğin hâkim olduğu yolda her adım atışımda kördüğüm olan sorular oluşuyordu kafamda. Rüzgâr şiddetlenince sessizlik tekrar bozuluyordu. Rüzgârdan başka uçsuz bucaksız bu sessizliği bozan bir de kafamda oluşan soru işaretleriydi. “Zor şartlar altında vatan yapılıp bize emanet edilen, içinde aynı doğayı, aynı havayı paylaştığımız bu topraklarda birlik, beraberlik ve dirlik içinde nasıl yaşarız?” diye soruyor; ardından “Birbirini umursamadan sokaklarda dolaşan farklı düşüncelere sahip insanlar caddelerde az değildir, öyle değil mi?” diye sesleniyordu.

Sahi! Aynı mahalleyi, aynı siteyi, aynı apartmanı paylaşan insanların çok azı birbirleriyle iletişim kuruyor, değil mi?” diyerek cevap veriyordum kendimce. Daha geniş bir alan olan doğada ise durum farklı değil midir? Bir insan kaldırımda bize çarpıp arkasına bakmadan giderken dağda, bayırda, bir orman yolunda, ta uzaktan selam verip konuşmadan geçebilir mi?” diyorum, peşi sıra aklıma gelen sorulara yanıt olarak.

(Çaykara’da Uzungöl ilçesinin şur köyüne gittiğimiz davette bize, dostluğun en iyi örneği sunuldu. Elif’in davet edip ağırladığı şur köyünden ayrılıp zirveye tırmanırken yolda, her gören hoşbeşe durup evine davet etti. Hatta Uzungöl beldesinde alışveriş yaptığımız esnaflar bile…)

Zirvenin yamacında yükseklere yol alırken beni bu soru yumağının içine iten neydi? Doğa ile baş başa kalacak zamanı bulup, insanın özeleştiri yapma şansı bulmasında mı gizliydi bunun yanıtı. Yoksa doğa ile içe yaşamanın insanlara kazandırdığı bir özellik miydi bu? Hep fiziksel olana odaklanmakla iç dünyamızda onarılması güç buhranlar yaşamadık mı? Topluca geldiğimiz bu geziden sonra kavrayacağımız duyarlıkla sabah işe gittiğimizde kimimiz insanlarla empati kuracak, sokaktaki insana hoşgörüyle bakacak, objektif olacak. Tepesine ulaşamadığımız ağaçları zirveye tırmanıp aşağılarda bıraktığımızda çoğu zaman yapamadıklarımızı başarabileceğimizin heyecanını yaşadık. Bu güç, doğada edindiğimiz özgüven duygusunda değil mi? Aslında aynı ailenin fertleri olduğumuzu doğadan aldığım feyizle anladım. Diğerlerimiz her şeyin “ben, ben, ben”den ibaret olan tekil bağımsızlık alanından çıkarak birileriyle iletişim kurmanın ve dayanışmanın önemini ne zaman kavrayacak?

 Sorular... Sorular…

Yolda ruhumu kentin kalabalık kaldırımlarından, gürültülü caddelerinden arındırmaya çalıştım. Kafamı kurcalayan sorular mı özeleştiri yeteneğini kazandırdı bana yoksa soruları doğa mı oluşturdu kafamda, pek önemi yoktu. Onun gizemiydi bu… Sorgulayıcı bir cesaretle çağımızda sil baştan yeni bir görev üstlenemez miyiz? Örneğin ülke sınırları olmayan bir dünya için…

Huzur içinde yaşamak adına yaşlı bilgenin çağrısını değerlendiremez miyiz? Tabii ki birliği sağlayacak bu özgüven duygusu için dümeni hemen sevgi seline çevirip yatağına karışmak gerekir. Sevgiyle sağlayacağımız bu birliği ona sürekli sahip olduğumuz sürece koruyabiliriz.

 Doğada içsel Haykırış

Bu soru yumağı içinde kâh yürüyor, kâh duruyorum. Duraksadı-

ğımda, eriyince dalgalı, koyu mavi, hırçın Karadeniz’e akacak karların beyaz gelinliğinin hapsine giren dağlara bakıyorum.

Bir ara: “işte” dedim, dağlara; “Yine size sığındım.” Dostlarla ovalara, obalara düşerek yokuşları, inişleri, düzleri geçerek… Her yanına ellerimi dolayıp sımsıkı tutmak; zamanı huzur içinde böylece yaşamak… Usulca, adım adım tırmanıyoruz dağa. Önümde uzayıp giden uçsuz bucaksız yolların kıvrımları birer birer geride kalıyor. Kendimi bir zaman tüneline girmiş hissediyorum. Dedim ki; “Kendine gel, gel otur şu kurnanın başına şöyle bak tepelere Hasan. Ta derinlerden gelen o sese kulak ver. Duy. Yanı başında su şırıltıları var. Dinle. Kuşlar bir şarkıya duruyor ince ince. Sus. Dün onarılması mümkün olmayan zararlar verdik kendimize. Savaş hâlâ devam ediyor. Bizi bize düşman eden kim? Anla. Yarın çocukların barışı sağlayabilme şansı ne kadar? Cevap ver! Susma... Ne diye hırpalıyorsun kendini deme. Çare nedir? Ara, düşün ve söyle.” Ah zaman! Gözleri kör ediyor, gönülleri eskitiyorsun. Beton duvarlar arasında yaşayan mahkûm gibi ömür törpülüyorsun. şimdilik sensin yaman ama gün olur keser döner, sap döner.”

 Karadenizin incisi

Yollar geçmişten bugüne bizi bir yerden bir yere ulaştıran birer köprüdür hayatımızda. Yollar stresli ortamlardan uzaklaşmak, alıp başını gitmek isteyenler için de vazgeçilmezdir. ideal yollar, mekânlar dağ ve yayla turizm alanlarının da şartıdır. Kısa sürede kalabalık kafilelerin getirdiği hızlı tesisleşme, Uzungöl’ü de ciddi bir yok olma tehlikesiyle karşı karşıya bıraktı. Trabzon Doğa Sporları ihtisas Kulübü Derneği (TRADOST) üyeleriyle çıkmıştık yola. Önce şur köyünde davete katılacak oradan, Uzungöl beldesine gidip belirlenen parkurda geziyi yürüyerek tamamlayacaktık. Bizi Uzungöl’e getiren şimdiki asfalt yol, yirmi yıl evvel geldiğimde keçi yolunu aratmayacak derecede bozuktu. Yer yer çukurlardan kaçtığım araçla irice taşların üzerinden hoplaya zıplaya geçmiştim. Yollarda iyileştirme yapılsa da yaz sezonundaki kalabalığı düşündükçe Uzungöl’e yeniden el atılması gerekiyor.

Kanalizasyon atıkları ile oluşan sazlıklar, çevre kirliliği, dere yataklarından gelen mil ve taşkın malzemeler göldeki derinliği yok ediyor. Bölge sit alanı ilan edilerek doğal güzellikleri korunabilir. Bu konuda halka ve belediye yönetimine büyük iş düşüyor. Türkiye’de olduğu gibi yakın zamanda, tüm dünyada da Uzungöl’ün adını duymayan kalmayacaktır. Her yıl kafileler halinde gelen Araplar, Almanlar ve israilliler Uzungöl’ün müdavimleri arasındadır. Civardaki otel ve motellerde yazları konaklamak için erken rezervasyon yapılması gerekiyor. Yoksa arabanın içinde ya da bir ladin ağacının serinliğinde konaklamak zorunda kalabilirsiniz.

Seksenli yıllarda geldiğimde derme çatma kulübelerden ibaret konaklama yerlerinde ve restoranda gördüğüm müşteriyi memnun etme anlayışı, ürün kalitesi ve kente uzaklığı dikkate alınarak uygulanan fiyat anlayışı Uzungöl’de her zaman devam etmelidir.

O zamanlar hep söylerdim: Kısa sürede Uzungöl’ün adını duymayan kalmayacaktır.

 Uzungöl’de Macera

Patikada, karlı kış günlerinde yerleşim alanlarına inen yaban hayata özgü canlılarla karşılaşmasak da, yol boyunca çirkinlikleriyle bize uğursuzluk getireceğini düşündüğümüz kargalar, çıplak karaağaç dallarından çalılıkların üzerine kanatlarını çırparak uçuşuyor; “gaak, gak” diye sesler çıkarıyordu. Onları izlerken gözlerimizi kamaştıran bir parlaklık yürümemizi engelliyordu. Çam ağaçlarının dallarında, güneş ışınlarının düşmesiyle yakamozu andıran kar kristalciklerinin eriyen damlaları altında yürüdüğümüz yol artık burada sonlanmıştı. Köyde yediğimiz kıymalı böreğin tadı hâlâ damağımızda duruyordu. Fakat bu tat iştahımızı açınca, Uzungöl’ü çepeçevre seyredebileceğimiz, onu kuşbakışı gören, güneşin ısıttığı ıssız bir yayla evinin avlusunda yemek molası verdik.

Köyde tembih edilen “Birlik olun, birlik olun!” çağrısının kulaklarımızda çınlayan yankıları eşliğinde sırt çantamızdaki kumanyaları bölüşerek yedikten sonra karlı tepelerin üzerinden Uzungöl’e doğru indik. Ama ne iniş!

Molada çabuk geçmişti zaman. Hava kararmak üzereydi! Üstelik arazi çok eğimliydi ve başka yöne yol yoktu. Kararlaştırılan saatte varış noktasına ulaşabilmemiz için, gölü kuşbakışı gören bulunduğumuz sırttan aşağı, göle doğru kaymakta bulduk çareyi. Biraz isteyerek, biraz da istemeyerek çıplak arazide düşen çığların açtığı bir yardan aşağı doğru sırayla kendimizi bırakmaya başladık. Gezi sorumlusu Bülent önde temkini elden bırakmıyor, çığın biz kayarken düşmesini engellemek için sessiz olmamızı hatta konuşmamamızı tembihliyordu. Pist oluşturulduktan sonra kayan arkadaşlar yardan aşağı talihsiz bir süratle hızlanıyordu. Her kayışta geride kalanların sürati daha da artıyordu. Geride kalanlardan biriydim. Vücut ağırlığımın sürate eklenmesiyle yuvarlanarak yola vardığımda artık yürümemi engelleyen bir ayak sahibi olacaktım. “Sen, sen ol yolundan şaşma,” derler ya… Yoldan çıkmanın cezasıydı bu. Islanan çamaşırlarım cabası…

 Yiğit Lakapsız, Uzungöl “Topraksız” Olmaz

Yamaçtan aşağı acemice kaydıktan sonra gölün kenarında düz bir alana indik. Köyün içinden, tarlalardan geçerek gölün etrafını çevreleyen yol boyunca yürüdük. Tepeden tırnağa sırılsıklam olmuştum. Her tarafımdan su damlıyordu. Ayaklarım ıslak botlarımın içinde üşümeye başlamıştı. Sırt çantamı yanıma almamıştım. Hastalanmamak için vücut ısım düşmeden ıslak pantolonumu ve terli çamaşırlarımı değiştirmem gerekiyordu. Hemen civarda açık bir mağaza aradım. Sordum, soruşturdum; beldenin tek küçük kırtasiyesinde pantolon bulabileceğimi söylediler. Kırtasiyede pantolon satmak; ne alaka diye mırıldanarak adresi aramaya koyuldum.

Kasabanın girişinde karşılıklı birkaç dükkândan ibaret küçük bir sokaktaydı dükkân. Buharlı camlardan içerisi görünmüyordu. Gıcırdayarak açılan ahşap kapısından içeri girdim. Dükkân sahibi: “Hoş geldin” dedi. “Hoş bulduk” dedim. İçerde iki çocuktan biri ayağına kara lastik deniyordu. Onu izlemeye koyuldum. Çocuk diğer pabucu ayağına geçirdikten sonra, doğrulup:

-Haftaya, kurulan pazaryerinde tereyağı satıp borcumu ödeyeceğim, dedi satıcıya. “Tamam” diyen satıcı ne istediğimi soran bir ifadeyle bana baktı; ben de ona... Bakışlarındaki ifadeyi dudaklarımda arar gibiydi. Diğer çocuğu göstererek satıcıya dedim ki: “Benim işim uzun sürer; bu çocukla da ilgilen.” Bu kez dönüp o çocuğa baktı. Çocuk zor duyulan kısık sesiyle raftaki kâğıt destelerini gösterdi. Kâğıdı ne yapacağını soran satıcıya, “Bilgisayarda kullanacağım” dedi. Satıcı rafa uzanıp kâğıt demetinin arasından birkaç kâğıt çekerek ona verdi. Çocuk, ücretini ödeyip parasının kalanıyla yaldızlı ambalajlara sarılı iki çikolata alıp kapıyı açarak diğer çocukla çıkıp gitti.

Dükkânın içinde her şey üst üste karışık şekilde koyulmuştu. Kırtasiye malzemeleri arasında ihtiyacım olanı ararken, ince uzun boylu satıcı yöreye has şivesiyle ne istediğimi sordu: “Pantolon.” dedim. “Ne tür olsun?” dedi. “Ne olursa…” dedim. “Kadife pantolon ister misin?” dedi. “isterim” dedim. Yerde gazete kâğıtlarının üzerinde üç beş kadife pantolon duruyordu. Beden ölçümü sormadan beni süzdü. Sonra aralarından seçerek kahverengi, elli dört beden olanını bana uzattı. Kabin arar gibiydim. Güldü! Oracıkta, ayaklarımın altına tam boy gazete kâğıdı serdi. Etrafa bakınırken soyunarak kahverengi kadife pantolonu hemen giydim. “Tam üzerine göre kesilmiş abi” dedi. Sevindim! Islak pantolonumu çıkardığımda iç çamaşırım ortaya çıkmıştı. “iç çamaşırın da ıslak mı? İstersen onu da değiş.” dedi. “Evet, ama ayaklarım da üşüdü.” dedim. “Ağabey sen merak etme, sana bir çift de kıl çorabı vereceğim.” dedi. Aldım. Çorabı giyince bu kez ıslak botları yenilemem gerektiğini söyledi. Adam işini iyi beceriyor diye düşündüm. Kentte büyük bir mağazada pekâlâ tezgâhtarlık yapabilirdi. Botların parasını sordum. Fiyatını söyleyince durdum! Fason üretimdir diye şüphe içinde ona baktım. Güldü! “Botları göreyim.” dedim. Gösterdi. şaştım kaldım!    şaşkınlığım geçince, ona “Bunlar çizme.” dedim. “Evet, bunları yöre halkına satıyoruz.” dedi. “Hava soğuk, bunlar işe yaramaz, biraz indirim yap.” dedim. Teklifimi kabul edince kelepir fiyata çizmeleri hemen aldım. Yağmurluğumun sökülen yerlerini göstererek bu kez: “Oldu olacak, bari yağmurluğu da yenileyeyim.” dedim. “Ceket var.” dedi. istemedim. “Hırka türü bir şey var mı?” dedim. “Var.” dedi. Onu da giydim. “Yakıştı.” dedi. Teşekkür ettim. Baştan beri çay ikram etme arzusunu tekrarlıyordu satıcı. “Zamanım yok; yalnız değilim, arkadaşlar beni bekliyor.” dedim. “Sen merak etme abi; arabam kapıda, nereye istersen bırakırım.” dedi. Kabul ettim. Çaylarımız gelinceye kadar kendinden bahsetti. Konuşurken ayaklarının altına tabure koyup rafların en üst sırasına uzandığı karton kolinin içinden “Uzungöl Turizm Festivali” yazılı beyaz bir tişört çıkarıp, “Bu hediyemi kabul edin.” dedi. Az evvel parasının üstüyle yaldızlı kâğıtlara sarılı çikolatalardan alan çocuğun sevincini yaşadım. Uzungöl’ün bir köyünden olduğunu, ama arazileri olmadığından ailesinin “Topraksız” lakabıyla anıldığını söyledi. Işıl ışıl parlayan ayın yol boyunca uzayan aydınlığında, göl kenarından arkadaşlarımın bulunduğu yöne doğru ilerlerken yiğit lakabıyla anılır diye düşündüm.

Kaybetmekte olduğumuz değerlerin hâlâ yaşıyor olmasını görmek ne güzel. Her yerde bulamadığımız değerlere sahip bu insanların yaşadığı Uzungöl’de yöre turizminin bu denli gelişmesinin sebebini artık çok iyi anlamıştım.

 Bu gezi yazısı bölgemizin gezgin yazarı Pisikolog Hasan Kantarcı’nın Yolların İzinde kitabından yazarın izniyle alınıp yayınlanmıştır.