Kent sokakları hafta sonuna ıslak girmişti. Bir gün öncesinden başlayıp geceleyin yorgun düşen şiddetli yağmur pazar sabahı çiseye dönüşmüştü. Cumhuriyet Meydanı’nda hareket saatini beklerken ıslanmamak için eski bir binanın saçağına çekiliyoruz.

Önümüzde bir koca çınar ağacı, çınar ağacından düşen yaprakları havalandıran taksiler, minibüsler, telaşlı koşuşturmalarından büyük bir sınava hazırlandıkları belli olan talebeler, yılgın çöpçüler ve çöpleri ka rıştıran hırçın kediler kentin sabahki resmini süslüyordu. Yapacağımız gezinin adrenalini yüksek bir maceraya dönüşeceğinden habersizdik.

Saat 08.00’de aracımıza bindik. Yol boyunca Değirmendere eşlik etti bize. Yağmur sularının dere yatağını doldurmasıyla kenarlardan akan toprak, bulanık bir renge dönüştürmüştü dere suyunu. Maçka’ya kadar kimi ağaçların hâlâ dökülmeyen sarı yaprakları kışa direniyordu adeta. Zigana Dağı’nın güney yamacında yeni başlayan kar yağışı, tüneli geçtiğimizde beyaza boyamıştı her yeri. Karadeniz’de böyle iç içedir mevsimler.

 Antik Kent: imera

Torul’a varmadan ikisu tabelası yönüne dönüp yaklaşık 5 km son ra, yani ikisu köyünü geçtikten hemen sonra, Karaca Mağarası yolundan sağa doğru Krom Vadisi’ne yöneldik. Vadi boyunca dereyi örten ağaçları tanımaya çalıştık. Su kavağı, söğüt, ceviz ve elma ağaçları bunlardan bazılarıydı. Nispeten yapraksız, fakat tamamen meyvesiz bu ağaçlar ve daha yukarılarda kızıla çalan bodur ağaççıklar beni duygusallaştırıyor; çocukluğumdan kalma fotoğraf albümümü süsleyen solgun fotoğrafları anımsatıyordu. Yol üzerinde bir kasaba olan Yağlıdere’yi anıları tazeleyerek geçip, elliyedi manastır ve kilise barındıran, bir zamanlar Onbinler diye bilinen Rumların yaşadığı antik ismi imera olan Olucak köyüne doğru ilerliyoruz.

Uzaktan da olsa parlayan görüntüleriyle evlerin çinkoyla örtülü, beyaz badanalı ve küçük pencereli olduğu anlaşılıyordu. Burada kışın çetin geçtiğini her bir evin avlusundaki adam boyunu aşkın odun istifinden anlıyoruz. Köyde köy sakinleri yetmiş, yetmiş beş yaşlarında bir ninenin cenaze merasimi için toplanmıştı. Küçük bir yerleşim alanında dikkatimizi çeken bu kalabalık, çevre köylerde yaşayan insanların iyi bir dayanışma içinde olduklarını gösteriyor. Kış şartları da göz önüne getirilirse bu kaçınılmaz durum gibi görünüyor. Çiseleyen yağmurun altında, kabristanda okunan sesli dualar imera kalıntılarının duvarına ulaşıyor, oradan vadi boyunca ırmak sesine karışıyordu. Bu yaslı günlerinde köylülerle sohbet etme imkânı bulamadığımızdan yolumuza devam ettik. Köyü geçip antik kalıntılara yakın yerde aracımızdan in dik. Toplu fotoğraf çektirdik. Karlı, sulusepken yürüyüş parkurunda ilk izleri bırakarak yürümeye başladık. Güzergâhımız, buradan imera Kilisesi, oradan da zirveyi aşarak varmayı planladığımız dağın arka yüzünde bulunan Krom Kilisesi arasındaki yol…

          imera Kilisesi Olucak köyünün 2 km güneyinde yüksek bir dağın yamacına kurulmuş. Gümüşhane il merkezine 38 km mesafedeki an tik kentte kubbeli ve kubbesi tonozlarla örtülü manastır bulunmaktadır. Tarihi ve kültürel değerde çok sayıda kilise bulunan antik kent, geç kalınsa da arkeolojik sit alanı ilan edilmiştir. Kitabelerinde kök boyalarla yazılmış 1350 tarihi okunmaktadır. Büyük ölçüde harap olmuş kalıntıların arda kalan duvarlarında ise gelen ziyaretçiler tarafından çizildiği belli olan duvar yazıları mevcut. Bize emanet kalan bu eserlere hor baktığımız için yüzümüz kızararak tarihin tozlu sayfalarını kapatıyoruz.

 Bir Kış Günü Patikada Yürümek

Tarihin zaman tünelinden çıkarak hafif kar yağışı altında imera ka lıntılarından Krom Kilisesi’ne doğru ilerliyoruz. 2357 rakımlı sırta geldiğimizde yoğun bir tipiye yakalanacağımızdan habersizdik. Patika yavaş yavaş karla örtülüyordu. Sırtın üzerinde düz bir arazideydik. Kar taneleri havada uçuştukça göz gözü görmüyordu. Kendimizi koruyacakne bir sığınak, ne kuytu bir alan vardı civarda. Hava soğudu. Üşümeye başladık. 5 Kasım 2006 adrenalini yüksek bir pazar günüydü. Aslında başlangıçta her şey güzeldi. Her şey güzel devam ediyordu. Mevsimin yağan ilk kar taneciklerini yol boyunca elimizle yakalamaya çalışıyorduk. Yakaladığımız kar tanecikleri sıcak elimizde eriyip kayboluyordu. Yere düşenlerin ise üzerine bastığımızda kıtır kıtır ses çıkarmasına bayılıyorduk. Hatta Köksal bir ara, neşe içinde süren bu güzel gezinin ardından: 

Ağabey; dönüşte Torul yolu üzerindeki kavurmacıda kendimizi ödüllendirelim, demişti. Onun bu neşeli, iştah açıcı teklifine “peki,” diye cevap vermiştim.

Dedim ya, ideal bir parkurda neşe içinde ağır ağır yürüyor, sırtı aşı yorduk. Yol boyunca irili ufaklı kuşburnu ağaççıklarından meyveler topluyor, fotoğraf çekiyorduk. Etrafımızda o kadar kuşburnu ağaççıkları var ki… Kaygan patikada harcadığımız enerjiyi kuşburnu yiyerek vücudumuza depoluyorduk. Sırtı aşarken gittikçe tipiye dönüşen kara aldırmıyorduk. Ragıp’ın ve Erdem’in bıyıklarında biriken karlar, buz olup sarkıt halinde uzamaya başlayınca gülüşmeler içinde fotoğraf makinelerimize sarıldık. Soğuk ve tipinin şiddetini ancak fotoğraf makinelerimizi çalıştıramayınca anladık. Pusulayı ve diğer cihazları da kullanmak, kim bilir ne kadar zordu. Önce bir taraftan, sonra her taraftan ala bora olmaya başladık. Takatimiz kesildi. Ayakta duramıyorduk. Bir araya toplandık. Erdem kuytu, rüzgârsız bir yer aramaya koyuldu. Ardından Köksal gitti. Biz beklemede kaldık. Tipi şiddetlendikçe üşüyorduk. Giden gelmiyor, zaman tükeniyordu. Tipi üstümüze yığıyordu karı. Nefes almakta zorlanıyorduk. Çığ olup bayır aşağı yuvarlanacak gibiydik. Soğuk şiddetlendikçe vücut ısımız düşüyordu. Korkuyor, bir yandan birbirimize arka çıkıyorduk.

Zaman sonra parmak uçlarımın uyuştuğunu fark ettim. Ölümün bu derece yaklaştığını ilk kez hissettim. Pençelerinden kurtulmak zor gibiydi ölümün. Oradan kurtulsam da dönüşte parmaklarım kangren olup kesilecekti! O an bana böyle geliyordu. Tutamayacağım kalemleri düşündüm; rengârenk resim yapan boya kalemleri, tükenmez kalemler, dolma kalemler ya da şiir yazdığım kurşun kalemler… Hepsinin değeri bir başka şimdi… Ah! Üzdüklerim. Sevdiklerim. O an usumda pır pır kanat çırpmaya başlamışlardı bile.

Isıtmak için ovuşturmaya çalıştığımda Bülent’in uyarısıyla cebime soktuğumu zannettim ellerimi. Fakat doku hissimin kaybolduğunu Bülent’in ikinci uyarısıyla fark ettim. Diğer arkadaşların yüzüne baktığımda tarifi mümkün olmayan çehrelerle karşılaştım. Ölü yüzü görmüşseniz bilirsiniz ancak. Mor, hatta mosmor olmuştu her birinin yüzü. Tipinin ardındaki o soğuk yüzünü göstermeye başlamıştı ölüm. Sanki her birimizin peşine takılmış bizi arıyordu.

 “Ölüm ardıma düşüp de yorulma

Var git ölüm bir zamanda gene gel  

Akıbet alırsın komazsın beni

Var git ölüm bir zamanda gene gel”

Karacaoğlan

          Yüzümüzü gülümsetecek sözler ediyorduk. Oysa söylenenleri birimizin alaya alacak neşemiz yoktu. Arkadaşlar donup anıt olarak burada kalacağız, dedi Bülent. Pilav Dağı’nda düşen uçakta ölen ispanyol askerlerin anısına yapılan anıt geldi aklıma. Bu arada Erdem’den ve Köksal’dan hâlâ haber yoktu. Tereddüt içinde çaresizdik. Bir zamanlar büyük babamın anlattıklarını düşledim.

 Büyük Babamın Anlattıkları

Vefat etmeden birkaç ay önceydi. Bir yaz günü akşamı: “Teknolojiden yoksun yaylada tecrübelerimizle sele, rüzgâr ve kara direnirdik; gençliğimin geçtiği o yerleri son bir kez göreyim” demişti, babama köyde. O an gözlerini habis alan duygu, büyük babamın derin çekişine neden olmuştu. Hazırlanan mısır ekmeği, hamsi kuşu ve kayganayı bohçaya sarıp sarmalayıp ertesi gün yaylaya doğru yola koyulmuştuk. Zigana tüneli açılmamıştı daha. Virajlı yollardan döne döne Hamsiköy’e, oradan Zigana Geçidi’ne varmıştık. Geçit yolunda hâlâ ayakta kalan sığınak vardır. Çiğ yüzünden bir keresinde burada nasıl sabahladıklarını o zamanki ürpertiyi hissederek anlatmıştı. Yaylada yaşamak tecrübe ister, demişti.

Bir zamanlar yaşadıkları kalıntısından eser kalmayan yayla evinin (yayla adını şimdi anımsamıyorum) bulunduğu alanı bize göstermiş, yanı başındaki kayalıkların dibinde sürüye saldıran kurtları çoban köpeklerinin nasıl parçaladıklarını anlatmıştı. O yaşlarda bana masal gibi gelen, ama günümüzde bütünüyle örnek alınası tecrübelerle donanmıştı. Verdiğimiz molada eliyle işaret ederek yayla evini kurdukları yeri göstermişti. Sorularıma karşılık o anki güzel havaya aldanmamamız gerektiğini, havanın birden değişip fırtına çıkabileceğini, hatta aniden bir kar tipisi baş gösterebileceğini, bu durumdan aşağısından çok buranın etkileneceğini bilge bir tavırla söylemişti.

Üstelik karşı yamaçta bulunan içme suyunu rahatlıkla eve akıta biliyor, dağ rüzgârından korunabiliyor, sürüyü ve ağılı yabani hayvanlara karşı güvence altına alabiliyorduk, demişti. Tecrübeleri ışığında olsa gerek, teknolojinin kentte doğal afetler önemsenmeden kullanıldığını ve bu dikkatsizliğin başımıza ileride ne işler açabileceğini anlatırdı her yerde.

 Olucaklı’nın Çayı

          Bulunduğumuz yer anılarımda kalan büyükbabamla mola verdiğimiz, korunmasız o yere benziyordu. Sis. Tipi. Soğuk. Göz gözü görmüyordu. Soğuk iliklerimize işlemişti. Bu havada yabani hayvan inindedir muhakkak. Yaylada bunların hepsi birer tehlike idi. Buradan ayrılmalıydık. Neyse ki gruptan ayrılanlar geri dönebildi. Artık bir yön tayini yapmamız gerekiyordu. Doğu, batı, güney, kuzey ya da türevleri her neyse… Nihai kararı kimin verdiğine bakmadan, hangi yöne gittiğimizi bilme den… Varacağımızı düşündüğümüz bir yerleşim yeri bulma ümidiyle sırttan aşağı doğru palas pandıras kendimizi bıraktık. Vücut ısımızı yükseltmek için Ömer’le hızlı yürüyor, koşuyor, yuvarlanıyorduk. Arkada kalan grubun seslenmesiyle hızımızı kesiyor, yaklaşmalarını bekliyorduk. Vadiye doğru indikçe tipi azalmış, ağaçlar görünmeye başlamıştı. Damları karla örtülü belli belirsiz kulübeleri gördüğümüzde Ömer’in haykırışı rotasını kaybetmiş bir gemi tayfasının karayı görme sevincini andırıyordu. Uzakta, köpeklerin havlamasıyla evin verandasına çıkan genç bir delikanlı bizi karşıladı. Biraz soluklanmak için izin istedik. Ailesi duyarlı davranıp bize yer gösterdiler. Kaynamış bir demlik de çay ikram ettiler. istanbul’da yaşayan, o sırada tatilini sılada geçiren evin reisiyle söyleştik. Genellikle gençleri gurbette olan halkın geride kalanları, yörede hayvan yetiştiriciliği ve meyve üreticiliği yapıyorlarmış.

O gün ölümün soğuk nefesini ensemizde hissetsek de yaşayacak ömrümüz varmış. Sırttan aşağı rastgele indiğimiz Olucak köyünün bir mahallesinde bize kapısını açan konuksever ailede soluklandıktan sonra tekrar yola koyulduk. Saatlerimiz 17.00’yi gösteriyordu. Etrafa ürperten bir sessizlik hâkimdi. Hava kararıyordu. Akşam çökmek üzereydi. Zaman ilerledikçe gece parlament mavisine dönüşecekti. Artık sinsi bir karanlıkta sessiz bir yaşam hâkimdi doğaya. Az ileride Olucak köyü, bu kez cami minaresinin loş ışıkları altında görünmüştü. Köksal’ın lafını hatırladım. Kavurmacıda kendimizi ödüllendirme vakti gelmişti. Torul’a yakın bir yerde kavurmacıya uğrayıp verdiğimiz siparişi beklerken etrafa çam kokuları yayan sobanın yanı başında sohbete daldık.

 Bu gezi yazısı bölgemizin gezgin yazarı Pisikolog Hasan Kantarcı’nın Yolların İzinde kitabından yazarın izniyle alınıp yayınlanmıştır.